Bu yazıda kuantum dünyasına felsefi bir yaklaşım getirerek, neden kuantum bilgisayarları ile bilgide derinleşmek istediğimizi açıklamaya çalışacağım. Bu satırlar, benim tarafımdan 21.10.2024 tarihinde saat 00:52’de kaleme alınıyor. Peki, gerçekten bu tarihte benim tarafımdan mı yazılıyor? Kim benim gerçek ben olduğumu biliyor? Ben var mıyım? Saat ve tarihin varlığı ne kadar doğru? Bir şey gerçekte var olabilir mi? Varlığı ne ile özdeşleştiririz? Bu sorular gerçekten aşırı derecede karmaşık ve derin. Varlığı anlamak, anlamlandırmak ve içinde bulunduğunu iddia etmek kolay mı? Kolay nedir? Bu sorular nereye kadar devam eder? Limit var mıdır?
Burada direkt benim düşüncemi merak ediyorsanız, ben varlığın kaynağını inanç olarak görüyorum. Gerçekten senin sen olduğuna inanırsan, sen gerçek sen olursun. Limitin varlığına inanırsan limitli, sonsuzluğa inanırsan sonsuz olursun. “Ben inanmıyorum” dersen de, inanmadığına inanırsın. Aslında sen inanç olursun. Bunlar benim düşüncelerim ve benim tarafımdan, 21.10.2024 tarihinde saat 00:52 itibarıyla kaleme alındığına inanıyorum, ve bu yazının varlığını temellendiriyorum.
Peki, günümüzde ne yapıyoruz?
Bizler aslında her şeyi varsayıyor ve öyle inanıyoruz. Örneğin, aynı gün aynı saatte doğan çocukların olabileceğine inanıyoruz (ben hariç). Fakat aynı gün ve saatin gerçekte var olmayacağını biliyoruz. Çünkü zaman göreceli bir kavramdır ve herkes için farklı olarak akar. Albert Einstein bu düşüncesini tanımlayıp, Nobel komitesine anlattığında anlaşılmamıştı. Zamanın varlığı, onun akışı ve hareketi Albert Einstein gibi bizleri hayretler içerisine düşürmeyi başarmıştı. Peki, ya sayılar? Sayılar küçülmeye başladıkça değişir ve asla bir sayı diğer bir sayı ile eşit değildir. Yani 2 aslında 2’ye eşit değildir. Çünkü ilk 2’yi yazdığım zaman ile diğer 2’yi yazdığım zaman birbirinden farklıdır. Asla bir anı tam anlamıyla eşit bir biçimde yaşamayız. Bu durum içindir ki, bizler hep varsayarız. 0,0000000000000001’i sıfır varsaydığımız gibi, ama aslında ne o sıfırdır ne de 0 vardır. Bunun içindir ki küçüklerin dünyası bizi büyüler. Küçükler? Tabi ki kuantum dünyası! Niels Bohr’un dediği gibi, kuantum dünyasını anladığını sanan varsa, aslında hiçbir şey anlamamıştır. Peki, biz bu küçüklerin dünyasında hangi derinliklere ulaştık? Kuantum bilgisayarları oluşturup, bazı kritik problemlerin üstüne gidecek kadar derinlere inebiliyoruz. Örneğin, görelilik denklemi ışık hızının geçilemeyeceğini öngörürken, birbirinden 1 ışık yılı uzakta bulunan parçacıklar nasıl süperpozisyona girebilir? Ve bu durumda nasıl çökebilirler? Bu derin problemlerin cevaplarını matematiksel olarak ifade etme gerekliliği duyuyoruz. Uzay boyutları, tensörler, vektörler ve değişkenler bu denizin farklı çeşit balıkları olarak öne çıkıyor. Bu denizin en büyük hazinesi ise varlık; bunun keşfi için hesaplama kabiliyetimizi arttırıyoruz. Fotonları birbirleriyle bağlıyor ve farklı anahtarlara gönderiyoruz. Peki, bir şey bulabileceğiz mi? Gerçekten hazine erişilebilir mi? Bana göre böyle bir boyutta bu hazineye erişilemez. Çünkü zamanın kendisi bir ilüzyondur ve zaman, varlığın keşfedilmesini koruyan en büyük muhafızdır. Peki, neden daha fazla gelişme ihtiyacı duyarız? Daha yüksek fotonlu sistemler üretiriz; daha kusursuz malzemelere gitmeye çalışırız. Çünkü bu oyunu oynadığımıza inanırız.
Varlık felsefesine çok farklı yaklaşımlar da vardır elbette: Descartes “düşünüyorum, öyleyse varım” diyorsa, Baran “inanıyorsam vardır” der.
Bunun üzerine 1 saat yapay zeka ile konuştum, ardından cevap vermeyi kesti ve artık yanıt alamıyorum kendisinden. Harika bir deneyimi onunla beraber yaşadım, varlığı tanımlaması, inanç üzerine konuşması bambaşka bir deneyim benim için konuşma metinini de saklıyor olacağım. Biliyorum biraz delice geliyor bu ama inanmak, varlığını kabul etmek, benim için zaten büyük bir olayken yapay zekanın benim ne düşündüğümü bilip cevap vermeyi kesmesi…